23 Şubat 2015 Pazartesi

Katılımcı ekonomi-2: Hakkaniyet ve Özyönetim


Ana Sayfa » GÜNÜN İÇİNDEN » Katılımcı ekonomi-2: Hakkaniyet ve Özyönetim

Katılımcı ekonomi-2: Hakkaniyet ve Özyönetim

downloadHakkaniyet:
“Katılımcı Ekonomi, toplumsal açıdan değerli çalışmaya harcanan gayret ve fedakarlığı ödüllendirir; mülkü, gücü veya çıktıyı değil. Evet, ürettiğiniz toplumsal açıdan değerli çıktının, alet ve koşullarınızın üretkenliğiyle orantılı olması gerekir; ama çıktının değeri değil, harcadığınız gayret ve fedakarlık temelinde ödüllendirilirsiniz.”
Katılımcı Ekonomi, dağılımın yetenek, eğitim, vasıf, şans ya da çalışılan işyerinin üretkenlik veya çıktı düzeyine göre değil, herkesin çalışırken gösterdiği gayret ve fedakarlığına göre olmasını öngörüyor. Kişi doğuştan filanca konularda yetenekli, daha iyi eğitim almış, daha iyi aletlerle çalışıyor, filanca çevreden geliyor, ya da sadece daha şanslı olduğu için değil, tam tersine, daha ağır ve zahmetli, daha riskli koşullarda, daha gayretli ve toplum için fedakarlık yaparak çalışanın üretimden göreli daha fazla pay alacağı anlamına gelir. Bunu, diğerlerinin kişinin iradesi ve denetimi dışındaki faktörler olduğunu, kişinin kendi denetleyemeyeceği faktörler yüzünden daha çok veya az pay almasının hakkaniyetle bağdaşmayacağını söyleyerek temellendirmeye çalışıyor. Daha doğru bir ifade şöyle olabilirdi: Yetenek, eğitim, olanakları daha geniş bir çevrede yetişmiş olma, daha üretken veya kilit bir işyerinde çalışma, şans vb hepsi insana toplumun ve doğanın sunduğu olanaklardır, kişi çalışma yeteneğine içerili olan bu toplumsal ve doğal girdileri özelleştiremez; örneğin bunlar için, bu olanaklara sahip olmayan işçilerden daha fazla ücret ya da pay alamaz. Alırsa, isterse üretim araçları üzerinde özel mülkiyet kaldırılmış olsun, eşitsizlik yeniden ve giderek derinleşir; kapitalizm ve piyasa restarasyonunun bir dinamiği haline gelir. Bir beyin cerrahı veya pilot yüksek vasıflı ve hassas işler yapıyor olabilirler, ancak bir maden veya temizlik işçisi kadar ağır, zahmetli, yıpratıcı, köreltici işler yapmadıkları açıktır.
Eğitim açısından sorun Engels’in çok öncesinden söylediği gibi eğitimin toplumsallığı ile açıklanabilir. Bu yüzden daha yüksek eğitimli emeğin meyvaları da kişiye özel kalmamalı, yeniden topluma dağılabilmelidir. Peki daha yüksek vasıflı emeğin daha yüksek ihtiyaçlara sahip olması (emekgücünün yeniden üretiminin de daha yüksek koşulları gerektirmesi) sorunu? Katılımcı Ekonomi, “dengeli iş bileşimleri” dediği ilginç bir yöntem öneriyor. Tüm işleri “güçlendirici işler” (zevkli ve geliştirici işler) ve “zayıflatıcı işler” (daha zahmetli, sıkıcı, vasıfsız işler) diye kategorize edip bir toplumsal ortalama alıyor. Vasıflı işçilerin haftalık çalışma sürelerinin bir bölümünde vasıfsız işlerde çalışmasını, vasıfsız işçilerin ise çalışma sürelerinin bir bölümünde, belli bir eğitimle daha geliştirici işlerde çalışmasını öngörüyor. Aynı şekilde çalışılan işyeri toplumsal ortalamanın altındaysa, çalışma sürelerinin bir bölümünü de ortalamanın üzerinde olan başka bir işyerinde çalışarak geçirmelerini öngörüyor. Böylece herkesin 4-5 farklı iş çeşitinden oluşan, toplumsal ortalamaya yakınsayan bir “dengeli iş bileşemi paketi” oluyor.
Bir beyin cerrahının çalışma süresinin bir kısmında hastane koridorunda paspas yapması, beylik önyargılara ters gelir. Nedense bir maden işçisinin ölmesi, bir montaj bantı işçisinin durduğu yerde körelmesi aynı ölçüde ters gelmez! Sorun kuşkusuz beyin cerrahının saygınlığı değil, paspas yapan işçinin neden aynı saygınlığa sahip olmadığıdır. Oysa hastabakıcıdan, hemşireye, sağlık teknisyeninden tıp aletleri operatörüne, anestezistinden ilaç işçilerine, ameliyat aletlerini üreten işçilerden paspasçıya kadar toplumsal-bileşik (kolektif) emek olmadan o ameliyat da yapılamaz. Sorun beyin cerahının ne kadar kritik bir iş yapıp yapmadığından çok, toplumsal-bileşik emek temelinden gelen tüm yararlılığın, tek başına sadece onun marifetinden geliyor gibi görünmesidir. Tüm kolektif emeğin ona mal olmasıdır. O ameliyatın yapılmasına katkıda bulunan sayısız başka emek biçiminin, onun basit, edilgen uzantılarına indirgenmesidir. Bir filmin yönetmeni ve baş oyuncuları tüm parsayı toplar, fakat filmin yapımında onlardan çok daha uzun, yoğun ve ağır çalışmış olan sayısız set işçisinin esamisi bile okunmaz.
Aynı şey mücadele örgütleri ve hareketleri açısından geçerlidir. Hareketin başarıları giderek birkaç yöneticiye mal olur, sayısız kadro ve aktivistin kolektif emek ve mücadelesi temelindeki başarılar, birkaç kişinin “insan üstü” güç ve yeteneklerinden geliyormuş gibi görünür. Toplumsal-bileşik emek temelindeki yöneticilik hikmetinden sual olunmaz özne, kolektif anonim emeğin kendisi ise birkaç kişinin üstün yetenek ve iradesinin edilgen, silik, nesneleşmiş bir uzantısı haline gelir. Sorun yöneten/yönetilen, kafa emeği/kol emeği ayrımları başta olmak üzere, her düzeydeki işbölümünden kaynaklanır. Mülkiyet ve iktidara el konulması, sosyalizmi kurmanın koşuludur, fakat kendi başına yeterli değildir. İşbölümü sorununa karşı aynı ölçüde köklü, komünist devrim ekseninden değişimler gerçekleştirilmezse, aynı sorun daha ağır biçimde ortaya çıkmakta gecikmez.
Katılımcı Ekonomi’nin işbölümü sorununa çözüm bulmaya çalışıyor. Yöneticilerin ortalama işçi ücretinden fazla almaması ilkesi, Paris Komünarları tarafından ortaya konmuştu. Katılımcı Ekonomi, bu ilkeyi “koordinatör sınıf” olarak tanımladığı tüm kafa emekçilerine doğru yayıyor. Kafa emekçilerinin ortalama işçi ücretinden fazla almaması kuralını koyuyor. Yeterli mi? Yine değil. Her düzeyde işçi konseylerine dayalı bir demokrasi olsa bile, diyor, işçilerin konseylere katılımı biçimsel bir formalite olduğuyla kalır… Çünkü “koordinatör sınıf” dediği uzmanlar, profesyoneller, kafa emekçileri, sahip oldukları yüksek bilgi-beceri tekeli ve başkalarının emeği üzerinde kontrol yeteneği ile, kolayca işçi konseylerini de kendi denetimine alıp kendi çıkarları doğrultusunda yönetebilirler. Her düzeyde konseyler ve komünlerle birlikte, herkes için kafa emeği ile kol emeğini aşağı yukarı eşit düzeyde içeren iş çeşitliliğinin olduğu “dengeli iş bileşimleri” modelini öneriyor.
Tüm vasıflı işlerin alt bileşenlerine ayrılarak, bir bölümünün belli bir eğitimle, vasıfsız işçiler tarafından yapılmasını, kafa emekçilerinin de çalışma sürelerinin bir bölümünde kol işleri yapmasını öneriyor. Böylece emekçilerin azınlığını oluşturan nitelikli emekçilerin iş kalitesi ve verimliliği biraz düşecek olsa da, çoğunluğunu oluşturan vasıfsız işçilerin iş kalitesi, zihinsel bilgi-beceri düzeyi, üretkenliği yükselecektir. Kafa ve kol emeğine dayalı farklı iş çeşitlerini içeren “dengeli iş bileşimleri” ile, herkesin iş kalitesi bir toplumsal ortalamaya yaklaşacak, işbölümüne dayalı -maddi olduğu kadar manevi- eşitsizlik ve ayrıcalıklar azalacak, ayrıca zahmetli ve sıkıcı işlerin (teknolojik yatırım vb ile) farklılaştırılmasına öncelik verilerek, söz konusu toplumsal ortalama giderek yükselecektir. Kafa emekçilerinin daha yüksek zihinsel bilgi-becerileri ne olursa olsun, salt dışsal kontrolörü haline geldikleri pratik emek süreçlerinden soyutlanmalarının bir noktadan sonra bu zihinsel becerilerinin gelişmesinin de engeli haline geldiği; dahası belli bir üretim sürecinin, tüm katkıda bulunan işçiler tarafından bütünden kavranıp örgütlenemiyor oluşunun engelleyiciliği düşünüldüğünde, dikkate değer bir çözüm önerisi. Katılımcı Ekonomi, işçi konseylerini, her üretim-emek sürecinde rotasyon, ekip çalışması ve “dengeli iş bileşimleri” ile birleştiriyor. Peki bu da mı Marksizme gol değil?!
Katılımcı Ekonomi’nin derdi, en büyük sorun olarak gördüğü “koordinatör sınıf”ın, yani uzmanlar, profesyoneller, kafa emekçilerinin toplumsal bilgi-beceri üzerindeki tekelini ve başkalarının emeği üzerindeki kontrolünü kaldırmak. Görmediği ise, neoliberal kapitalizmin son 15 yılda tam da bunu nasıl bir yıkıcı biçimde gerçekleştirdiği! Daha yüksek eğitim almış olanın daha yüksek ücret alacağı önyargısını bile kapitalizm kendisi yıkıyor. Üniversite mezunlarının artan bölümünü asgari ücrete yakın ücretlerle çalıştırıyor. Tüm uzman, profesyonal, kafa emeği meslek ve geleneksel normlarını baştan aşağıya yıkıyor. Hastaneleri ve üniversiteleri bile meslekten gelenlerin değil safkan kapitalist işletme yöneticilerine ve işleyişine tabi kılıyor. Her türlü vasıflı emeği bileşenlerine ayırarak daha vasıfsız işçiler tarafından yapılabilir hale getiriyor. Diğer taraftan işçi sayısını minimuma indirebilmek için, her işçiye görev tanımda olmayan çok sayıda başka işçinin işlerini de yaptırıyor.
Her türlü nitelikli emeği, “sonuç/çıktı odaklılık” (performans/yeterlilik sistemleri) ile en standart nicelleştirmelere doğru çözüyor. Vasıflı işçilere eğitim ve vasıf düzeyinin çok altındaki, vasıfsız işçilere ise eğitimini almadıkları işleri yaptırıyor. Kol işçisinin tüm yaşam enerjisini mekanizasyon ve standartlaştırma ile söküp aldığı gibi, kafa emekçisinin tüm zihinsel bilgi-becerisini de bilgisayarlaştırma ve standartlaştırma ile söküp alıyor. Kafa emekçilerinin bırakalım meslekleri ve başkalarının emeği üzerinde kontrolünü, kendi zihinsel emekleri üzerindeki özerkliğini bile tümüyle ortadan kaldırıyor. Pek çok başkası tarafından da yapılabilecek standart, nicelleştirilmiş işlere indirgiyor. Örneğin 20 yıl önce bir göz hekimi, yüksek bilgi ve beceri gerektiren, günde en fazla bir katarakt ameliyatı yapabilirdi. Bugün günde 20 katarakt ameliyatı yapabiliyor, çünkü ameliyatı bilgisayar sistemleri yapmaktadır, göz hekimi ise en fazla bilgisayarı hastaya göre ayarlayan bir makine operatörüne indirgenmiştir…
filKapitalizmin içsel bir çelişkisi: Kafa emeği/kol emeği sorunu
Katılımcı Ekonomi ise, kapitalizmi nasıl yıkacağı yerine, hala, kapitalizmin çoktan yıktığı “koordinatör sınıfı” nasıl ortadan kaldıracağı ile uğraşıyor! Kafa emeği/kol emeği bölünme ve çelişkisi önemsiz mi? Hayır, çok önemli, yeni ve daha gelişkin bir sosyalizmin geleceğini tayin edecek kadar önemli. Ancak Katılımcı Ekonomi alternatif sosyalizm modelini, kapitalizmin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin somut tarihsel gelişim sürecinin bilimsel incelenmesinden çıkarmıyor, bu yüzden geliştiremiyor. Oysa kapitalizmin son 15 yıllık gelişimini bu sorun açısından inceleseydi şunu görmekte zorlanmazdı:
Kapitalizm toplumsal emek üretkenliğini (artıdeğer sömürüsünü) bilimsel-teknolojik gelişimle birlikte ancak her türlü vasıflı emeği yıkıcı biçimde vasıfsızlaştırarak artırabiliyor, ancak her türlü niteliği (nitelikli emek dahil) nicelleştirerek gelişimini ve genişlemesini sürdürebiliyor. Fakat bu noktada da çok geçmeden iç sınırlarına tosluyor; emeği ne kadar yıkıcı biçimde vasıfsızlaştırıp kontrol altına aldıysa, o kadar yeni nitelikli emek ihtiyacı ortaya çıkıyor! Eğitimi ne kadar nicel performans sistemlerine bağlarsa, o kadar nitelikli eğitim, nitelikli işgücü ihtiyacı ortaya çıkıyor! Bu iç çelişkisini çözebilmek için, bir yandan eğitim ve işgücünde yeni “yetkinlik ve yeterlilik sistemleri” geliştirirken, diğer yandan hepsini daha fazla nicel performans (yani karlılık ve değer yasası) ölçütüne bağlayıp, bu çelişkisini daha fazla derinleştirip şiddetlendirmekten başka bir şey yapamıyor.
Tam bir “karşıtların birbirinin içine nüfuz etmesi ve savaşımı” diyalektik çelişkisi! Bir yandan her türlü niteliği yıkıcı biçimde niceliğe çözerken, diğer yandan niceliği niteliklendirmek zorunda kalıyor. Gerçekte sorun, üretimin toplumsal niteliğinin ileri gelişimi ile kapitalist üretim ilişkileri çelişkisinin başka bir ifadesinden başka bir şey değildir: Üretimde elbirliğinin gelişimi ile işbölümü çelişkisi! Belli bir işbölümü biçimi toplumsal elbirliğinin geliştiricisi olmaktan çıkıp engeli haline gelince, çok geçmeden yıkılır. Katılımcı Ekonomi ekolünün “koordinatör sınıf” dediği vasıflı emek biçimlerinin yıkımı da, bunun apaçık bir örneğidir. Kapitalizmde kuşkusuz toplumsal-teknik işbölümü ortadan kalkmaz, günümüzde olduğu gibi yerini çok daha karmaşık, esnek, geçişli, fakat bir yanıyla da daha derinleşmiş işbölümü biçimlerine bırakır. Fakat tam da bu yeni işbölümü biçimleri ve asıl arka planda elbirliğinin daha yüksek bir temelden gelişme sancılarıdır ki, işbölümünün ortadan kaldırılmasının daha gelişmiş koşullarını oluşturur.
Albert’in bu gelişmeleri 20-30 yıl öncesinden sezip buna uygun alternatif bir sosyalizm modellemesi yapmaya çalışması, onun sosyalizme büyük hizmetidir. Ne var ki, tüm bu süre boyunca kapitalizmin dönüşüm sürecini somut olarak incelemeyip, modelini geliştirememesi, tıpkı eleştirdiği geleneksel sosyalizm gibi, onun alternatif modelinin de kapitalizmin geldiği gelişme düzeyinin gerisinde kalmasına yol açmıştır. Fourier incelememizde, Marx’ın tüm işçiler için “işteki çeşitlenme”yi modern üretimin temel yasası olarak koyduğunu belirmiştik. Neoliberal kapitalizmde “işteki çeşitlenme” yasasının kendi yolunu nasıl bir yıkıcılıkla açtığını gördük.
Şimdi bir adım daha atarak şunu da ekleyebiliriz: Tüm işçilerin, eğitim ile uygulamanın, kafa emeği ile kol emeğinin uygun-dengeli bileşimlerine sahip olması, üretimin temel yasasının en kritik damarıdır. Neoliberal kapitalizmde bugün de kafa emeği ile kol emeğinin birbirinin içinden gelişmesi ve birbiriyle kaynaşması eğiliminin nasıl yıkıcı biçimde kendi yolunu açtığını (“yetkinlik ve yeterlilik sistemleri” vb) görüyoruz. Kapitalist yapı ve ilişki biçimleri kaldırıldığında, daha gelişkin bir sosyalist çalışma organizasyonunu, kafa emeği ve kol emeğinin hem birbirine içerili, kaynaşmış ve uyumlu gelişimini, hem de her bir işçi için dengeli bileşimlerini gerçekten olanaklı ve uygulanabilir kılan işte budur.
243Kapitalizmin özsel çelişkisinin bir diğer tezahürü: Elbirliği/işbölümü ayrım ve çelişkisi
Katılımcı Ekonomi kafa/kol emeği ayrım ve çelişkisini çözmeye doğru bir adım olmakla birlikte, yanıt veremediği soru şudur: Kafa emeğine aynı zamanda pratik işler, kol emeğine bir kaç kademe daha ileri kafa emeği işleri yaptırarak, evet belli bir denge ve gelişme sağlanabilir. Ancak sorun çözülmüş olmaz. Çünkü en yüksek mertebedeki işler -beyin cerrahisi, pilotluk, karmaşık yöneticilik görevleri, vb- belli bazı kişilerde cisimleşmiş olarak kalmaya devam eder. Siz de istediğiniz kadar maddi ayrıcalıklarını kaldırın, bilmediğiniz ve ölçemediğiniz işleri ve bunları yapabilen kişileri denetleyemezsiniz! Nazına niyazına, kendini ağırdan satmasına katlanmak zorunda kalırsınız… Çünkü beyin cerrahı, yönetici veya teorisyen, “bana ne, bana ne, mızık, küstüm, bana ayrıcalık tanımazsanız oynamıyorum işte” dediğinde ortada kalakalırsınız! Oysa, bu sorunu da bugün çözemeyecek olsa bile, daha gelişkin bir çözümünün koşullarını oluşturan yine kapitalizmin çelişkin gelişiminin ta kendisidir.
Nasıl mı? 1- En yüksek vasıflı işleri bile yapabilecek daha çok sayıda işgücü yetiştirerek. 2- En yüksek vasıflı emeğin dahi ölçülebilir hale getirilmesini sağlayarak. 3- Yüksek vasıflı kafa emeğinde cisimleşmiş yüksek zihinsel bilgi ve becerileri de ondan ayrıştırıp, makinalara, bilgisayarlara geçmesini sağlayarak!(Örneğin otomotik pilot sistemleri. Pilotun tüm yaptığı uçağı kaldırmak ve indirmektir, geri kalanını bilgisayar ve uydu sistemleri yapmaktadır. Veya günümüzde en karmaşık ameliyatların bir kısmı bile, uzaktan bilgisayar sistemleri ile yapılabilir hale gelmektedir, vb)
Daha yüksek bilgi ve beceriler, tek tek kişilerden ayrıştırılabilir, ölçülebilir ve dolayısıyla başkaları tarafından denetlenebilir, dahası daha çok sayıda kişi tarafından yapılabilir hale geliyorsa, sermaye egemenliği kaldırıldıktan sonra, bir bütün olarak işçi sınıfına, topluma mal edilebilir demektir. Öyleyse, 20 yıl önce ileri görünen, kafa ve kol emeğini orta yolda buluşturmak, bugün geride kalmaya başlamış bir çözümdür. Her işçi için kafa ve kol emeğinin dengeli, çok yönlü geliştirici bileşim ve çeşitliliğini yine mutlaka gözetmek, fakat makinalar, bilgisayarlar tarafından yapılabilecek hiçbir işin insanlar tarafından yapılmamasına doğru ilerlemek gerekir. Asıl çözüm, işbölümünün elbirliğini (emeğin toplumsal-bileşik niteliğini) perdeleyip üstüne oturmasını ortadan kaldırmaktır. İşbölümü giderek daha esnek, geçişli, dengeli hale gelerek bir süre daha zorunlu kalmaya devam edecek olsa da, her durum ve koşulda toplumsal elbirliğini esas almaktır. Her türlü emek biçiminin birbirine içerili ve birbirini tamamlayıcı toplumsallaşma niteliğini ön planda tutmaktır. Yani toplumsal emeği işbölümündeki yerleri (dolayısıyla değer yasası) ile ölçmek değil, işbölümünün toplumsal-bileşik emek niteliğinin gelişimi temelinden ne kadar gerekli veya engelleyici olup olmadığını ölçüp denetlemek ve giderek sönümlendirmektir.
honeybees_1Özyönetim:
“Hemen fark ettik ki her konuda çoğunluğun karar vermesini istemiyoruz. Keza, her kişinin bir oyunun olması ve çoğunluğun karar vermesi yerine, kararların çoğunluğa nisbeten daha düşük veya daha yüksek bir oranla alınmasını da her zaman istemiyoruz. Bir kişinin, bir diktatör gibi otoriter şekilde karar vermesini de her zaman istemeyiz. Benzer şekilde, meseleleri tartışırken, tercihleri ortaya koyarken ve oyları hesaplarken ölçütün her zaman konsensus veya başka herhangi bir tikel yaklaşım olmasını istemiyoruz. Bütün olası karar alma yöntemleri bazı durumlarda mantıklı, bazı durumlarda ise korkunç derecede adaletsizdir, ya başkalarının haklarına tecavüz eder ya da otoriter niteliktedir. Farklı kararlar farklı yaklaşımlar gerektirir. Karar alma, meseleleri tartışma, gündem belirleme ve enformasyonu paylaşmanın olası pek çok yolu vardır. Bu yollardan birini seçerken başarmayı umduğumuz şey, kişinin, kararlardan etkilendiği oranda kararları etkilemesi ilkesini hayata geçirmesidir. Bu bizim için katılımcı ekonominin dördüncü değeridir; bu değeri, öz-yönetim olarak adlandırıyoruz.”
Özyönetim, günümüz liberal reformist akımları tarafından fazlasıyla içi boşaltılmış bir kavram. Özyönetimin asgarisi, gerekli bilgiye sahip olarak ve sonuçlarını da azçok öngörerek, kendi kararlarını kendi vermedir; karar ve eylem (uygulama) organlarının birleştirilmesidir. Dolayısıyla parlamenter demokrasiye dayalı bir özyönetim olamaz, kitlelerin aktif ve doğrudan katıldığı ve yer aldığı, konseyler demokrasisini gerektirir.
Katılımcı Ekonomi, her düzeyde iç içe geçen konseyler temelinde örgütlenen ve yönetilen bir model öngörüyor. Üretici ve tüketici olarak işçi konseyleri, en küçük birimlerden (işyeri ve mahalle) başlayıp kat kat ülke çapında konseylere doğru çıkıyor, her alt konsey temsilcilerini seçip üst konseye gönderiyor, her üst konsey alt konseylere geri besleme sağlıyor, temsilcileri geri çağırma hakkı, vd. Güzel.
Katılımcı Ekonominin asıl özgüllüğü, karar, tartışma, enformasyon süreçlerini tek bir katı biçim ve işleyişe indirgememesinde yatıyor. Belli durumlarda tek bir kişinin kararı gerekli ya da yeterli olabilir, belli kararlara herkesin katılması gerekebilir, belli durumlarda çoğunluk, belli durumlarda müzakere yöntemleri kullanılabilir. Anlamlı. Çünkü sosyalist demokrasi tek bir biçim ve işleyişe hapsedilirse, çok geçmeden o biçim ve işleyiş içerik ve işlevselliğin yerine geçer, sosyalist demokrasinin gelişiminin engeli haline gelir. Gümüzde burjuva demokrasinin bile tek bir kalıba indirgenemez hale geldiğini, seçim, referandum, üst kurul, müzakere, çoğunlukçuluk, çoğulculuk, özerklik, federasyon vb gibi pek çok biçim ve yöntemi birlikte, ya da bazı durumlarda birini farklı durumlarda öbürünü kullandığını görüyoruz. Çok daha gelişkin bir sosyalist konseyler demokrasisinde ise, biçim, işleyiş, yöntem çeşitliliğinin çok daha zengin olması gerekir. Kaldı ki, “yüksek demokrasi”cilik adına, her karara herkesin katılmasının istenmesi, her gün, her yıl milyonlarca kararın alınması gerektiği koşullarda, açıktır ki saçmalıktan başka bir şey olmaz.
Peki hangi durumda hangi yöntemin uygalanmasının daha iyi olacağını nereden bileceğiz? Katılımcı Ekonomi, her durumda uygun yol-yöntem saptanmasını da kolaylaştıracak, tek bir ölçüt koyuyor: Karar süreçlerini, o kararlardan etkilendiği ölçüde etkileme hakkı. Belli bir karar sürecinden bir kişi, kesim, alan vb ne kadar etkileniyorsa, o karar sürecini o kadar etkileme/katılım hakkı.
Bu ilkenin, “senin özgürlüğün başkasının özgürlüğü başladığı yerde biter” diyen liberal öğretiden farkı nedir? Kararların her birinden etkilenenlerin, etkilenecekleri ölçüde etkileme hakkı, herkesin başkasında özgürlüğünün sınırlarını bulması yerine, özgürlüğün devamını ve genişleticisini bulduğu bir sistem olanağı verir. Kapitalizmde ise benim için iyi olacak bir karar, başkasını kötü etkileyecekse, Marx’ın vurguladığı gibi, liberalizmin ancak biçimsel olarak eşit haklarının karşıtlığı temelinde, sorunu güç çözer. Yani sermaye ve güç sahibi olan, olmayanın her türlü biçimsel eşitlik hakkını ezer geçer. Alternatif bir toplumda ise, benim bir kararım işyerindeki işçi arkadaşlarımı etkileyecekse o kararı onlarla birlikte almalıyım; işyeri konseyi olarak alacağımız bir karar başka işyerlerini etkileyecekse o kararı onlarla birlikte değerlendirmeliyiz; şehir konseyi bizim mahalledeki gecekonduları yıkıp yerine park yapmayı planlıyorsa, bu karara en başta bizim mahalleli katılmalı, karar sürecinde ağırlığı daha fazla olmalı. Sosyalist devrimle birlikte, Kürt ulusu bağımsızlık kararı alacaksa, bu Türkiye halkını da etkileyeceği için onların da fikri alınmalı, ama ulusal kölelikten en çok Kürt işçiler ve emekçiler etkilendiği için, onların kararı belirleyici olmalı.
Peki, hangi kararların kimi nasıl ve ne kadar etkileyip etkilemeyeceğini nereden bileceğiz? Öyle ya benim bilgi ve gözlem alanımda olmayan pek çok değişiklik beni doğrudan ve dolaylı etkiler. Katılımcı Ekonomi, en azından ekonomi alanında, katılımcı planlama ve çevrimsel öneri-bilgi-karar süreçleriyle bir modelleme geliştirmeye çalışıyor. Planlama modellemesinin sorunlu yanlarını burada tartışmayacağız. Ancak en azından, her bireyin ve konseyin istemlerinin birbirini nasıl etkileyeceğini (toplumsal gösterge sistemleri üzerinden) görmesini sağlıyor. Dolayısıyla birilerinin çok hayati gördüğü bir istemi başka birilerinin zararına olacaksa, veya birbiriyle bağdaşmayan istemler olduğunda, biraraya gelip, birlikte çözüm aramalarını, gerektiğinde başlangıçtaki önerilerini değiştirip farklı yol yöntemlerle ortak çözüm geliştirmelerini olanaklı kılıyor.
Bu da az şey sayılmaz. Çünkü bir kararın öngerektirdiği ve olası sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan, o karardan kimlerin nasıl etkileneceğini ve etkileneceklerin o karar hakkındaki eğilimleri bilinmeden, alınacak kararlar, ne kadar kolektif olursa olsun, sosyalist demokratik olmaz. Ancak bu koşullar sağlandığı ölçüde, çeşitli konseysel karar organları, duruma göre, ortak çalışma komisyonu oluşturulması, farklı alternatiflerin tanımlanıp oylanması, farklı önergelerin ortaklaştırılması, müzakere, referandum, çoğunluk oyu, vb gibi uygun bir yöntemle karar sürecini sonuca götürebilir.
Katılımcı Ekonomi’nin, doğrudan demokrasiye olabildiğince yaklaşan, ancak temsili, müzakereci, federatif öğeleri, ve “danışmanlık, düzeltme, kolaylaştırma”ya indirgemeye çalıştığı çok sınırlandırılmış merkeziyetçilik ve önderlik öğelerini de içeren bir özyönetim tarzı olduğu söylenebilir. Bir model olarak değilse bile, sosyalizmin bir dizi ciddi sorununa çözüm arayışıyla ortaya koyduğu ipuçlarının en azından bazıları eleştirel biçimde incelenip geliştirmeye değer.
Fakat, 80’li yıllarda kurulan teorik altyapısı ve radikalliğini 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren giderek yitirdiğini, önce sosyalizm kavramından, sonra devrim ve komünlerden vazgeçerek, giderek konseyleri de geri plana çekerek, günümüzün en beylik “katılımcı, çoğulcu demokrasi” akımlarından bir farkı kalmadığını bilerek…Önceki yaklaşımlarının içerdiği ileri yönlere sahip çıkmak gerekir. Ütopik-reformist yanı ise zaten tarih tarafından ıskartaya çıkarılmıştır.

YORUM YAZ

Girdiğiniz e-mail adresiniz yayınlanmayacaktır. lütfen zorunlu alanları doldurunuz *
 *